Disney Prensesleri tamamen özgün projelere dayanmamakta. Farklı masal ve hikayelerden esinlenilmiş olarak 90’larda pamuk prensesle başlayan furya günümüzde Raya’ya kadar devam etmiş durumda. Disney prensesleri her ne kadar yüzeysel bir cinsiyetçilikle kız çocuklarına özel yapılıyormuş gibi algılansa veya düşünülse de ben bu prenseslerin hikayelerinden birçok şey çıkarabileceğimizi düşündüğümü ve cinsiyetçilik atıflarını kız, erkek veya henüz kendini tanımlamayan her çocuk, genç ve yetişkin için izlenip incelebileceğini belirterek başlamak isterim. Her bir prenses, prenseslere yakışır bir biçimde kendi özel filmlerine sahip olsalar da ben burada her bir filmi incelikle ve detaylıca incelemek yerine daha yüzeysel ve diğer bölümlerden daha eğlenceli bir şey yapmak üzere hepsini bir araya toplamak istedim. Böylece hem sayı azalır hem de Disney’in bu filmler üzerinden 30 yıldan fazladır nasıl bir sosyokültürel zemin inşa ettiğini anlayabiliriz. Sırasıyla her bir prensesten ufak ufak bahsederek başlayıp, sonra hepsini ortak veya farklı yanları neler diye bu podcastin devam bölümü olan ikinci bölümüzde devam edeceğim.
İlk prensesimiz, bu alanda film olarak öykü olarak da ilkler arasında bulunan Pamuk Prenses olur. Öncelikle reel olarak öykünün gerekliliğiyle Pamuk Prensesin gerçek adının bu olduğunu paylaşmak isterim. Bu bile öyküsünde işlenecek farklı-güzel-ayrık olma durumuna bir işaret gibi. Erken yaşında annesinin kaybı ile üvey annesinin eline kalır ve onun zorbalığından kaçmak için kendini ormanda 7 cüceli bir evde bulur. Şimdi erken dönem kaybının üstüne, Pamuk’u kıskanan yani Oedipal’de ona yenik düşeceğinden korkan bir üvey anne var. Ki büyücü ve o da güzel, ayrıca babanla da evlenmiş. Belli ki Pamuk diyeceğim ben artık kendisine, belli ki pamuk baya zor ve yaman bir süreçten geçmiş. Bunların onda iki şeye yol açtığını düşündürttü bana. İlki annenin erken kaybından, babanın üvey anne ile evlenmesinden ve üvey annenin ona olan nefret-kıskançlığından kendini sorumlu tutan bir yanı var. İkinci olarak söyleyebileceğimiz, Pamuk’un oldukça naif-saf-iyi bir karakter olması, yani içindeki iyi-kötünün de dışarıdaki iyi-kötü annenin de birleşememesi üzerine neredeyse psikotik denebilecek bir iyimserlikte yaşaması. Bu iyimserlik o kadar tuhaf bir noktada ki kendisinin iyi bir anne figürüne veya onu tutan-kollayan bir baba figürüne olan ihtiyacıyla pamuk kendisini ona benzemeyen ama çeşit çeşit kötü yanları olan yedi tane cüceye emanet ediyor. Pamuk hem süperego geliştirememiş ve buna bağlı olarak kendini saflar safı, iyilik ve güzellik timsali olarak görmekte, hem de bundan dolayı kimliğinde ciddi boşluklar barındıran ve bunlardan ormana kaçarak kurtulamaya çalışan biri gibi geldi bana. Tabi ne 7 cüce, ne yakışıklı prensin öpücüğü bu boşluğu dolduramaz ama çizgi film olması itibariyle dolmuş gibi devam edelim biz.
İkinci ismimiz Külkedisi veya Sindirella. Şimdi hikayesinden bağımsız yıllardır külkedisi kelimesinin bendeki çağrışımının mavi bir elbise ve eski TV programı Yasemince’deki İtilmiş ve Kakılmış olduğundan bahsederek başlamak isterim. Ne alaka hiçbir fikrim yok, bilare üzerine düşüneceğim. İstismar mağduru ve kim bilir görmediğimiz kaç travma geçirmiş bir çocukluğa sahip. Kendine karşı oldukça yetersiz ve kötümser bir bakışı var diyebiliriz ki bundandır sürekli dışarıdan ona gelecek bir peri anne, iyilikler, güzellikler, yakışıklı prens ve cam bir ayakkabı bekler. Ölen annenin yerini alan ve hem içsel hem de dışsal olarak cezalandırıcı ve acımasız bir süperego figürü olan üvey anne, peri annenin gelişiyle bastırılır veya dengelenir. Bu olunca da balkabağından arabaya atlayarak baloya gider prensesimiz. Ben kendisini nedense oldukça klasik bulurum. Çünkü bu zengin çocuk - fakir kız veya tam tersi öyküsü halen daha hem ülkemizde hem de Kore, Brezilya veya İtalya gibi farklı ülkelerde bayılarak izlenen standart bir ajitasyonla hepimizde sınıfsal, sosyal, siyasi, ekonomik, toplumsal artık ne kadar nesel mesele varsa onlara temas ederek vardır ve zannediyorum ki olmaya da devam edecektir. Bu standartlık belki de sıkıcılık diyebileceğim hissimi bir kenara alırsam, Külkedisi aslında bastırılmış arzularının ortaya çıkışıyla hem özgürlüğüne hem de benliğine kavuşan biri olarak önümüzde çıkar. Ogden’in üçünsünü hatırlatabilecek cam bir ayakkabı yani kırılgan bir kendiliğin parçasının prenste kalması, peri annenin sürpriz ortaya çıkışı, üç kız kardeş olmaları gibi gibi birçok yerde üçlüler bulabiliriz. Bu da gün sonunda ne kadar travmatize olmuş, hayalperest ve ayak fetişisti bir adama bir gecede kapılan biri olsa da Külkedisinin nispeten Oedipal döneme kadar gelişimsel olarak ilerlediğini, bunun önkoşulunun bir erkek veya evlilik gibi bir yere bağlanmasını ise filmin veya hikayenin yapım yılında “toplumsal hassasiyetler” gözetilerek kurgulandığını hatırlatıp ve günümüzde başka eksenlerden gerçekliğe hitap etse de hiç kimsenin camdan ayakkabı giyerek eşini-sevgilisini aramayacağını belirterek kendisini uğurlayabiliriz.
Bir diğer Disney prensesimiz olan Aurora veya Uyuyan Güzel’e geçebiliriz. Orijinal hikayesi şaşırtıcı derecede korkunç olan bu öykünün, yumuşatılarak da olsa benzer bir gariplikle çizgi filme aktarılmasını çok enteresan bulduğumu belirtmeliyim. Kısaca belirtecek olursam orijinal hikayede kendisi prensin öpücüğüyle değil, defalarca kez tecavüze uğrayıp hamile kalıp doğurduğunda bebeğinin ondan süt emmesiyle uyanıyor. Ki bu da herhangi bir masal için inanılmaz korkunç diyebileceğimiz bir yerde sanırım. Bu hikayenin asıl dayandığı noktayı bir kenara alırsak, çizgi filmde cadının kehaneti ve olası lanetinden korunmak için her şeyden soyutlanarak büyütülmüş birini görürüz. Aurora bir şekilde farklı olaylar yüzünden tam da bahsedildiği gibi iğneye değer ve sonsuz bir uykuya dalar. Sonra prensin onu öpmesiyle uyanır ve mutlu mesut yaşarlar. Uykuya dalma veya uykunun bir lanet olma meselesi bana Freud’un arzunun tatmini için gerçekten kaçma teorisini hatırlattı. Aurora sonsuz bir uykuyla 16 yaşında, yani ergenliğin ve bireyselliğinin doruğunda yaşayacağı bir kehanetin korkusuyla büyür. Bunu da psikanalitik bir formülle ele alırsak aslında ergenlik ve yetişkinliğe geçiş sürecinde ortaya çıkabilecek herhangi bir şey, ki Freudçu bir yerden cinselliktir bu, bastırılmasına yönelik sonsuz bir uykuya kaçma olarak düşünülebilir. Gerçek dünyada olacak olan kadınsılaşma, büyüme, bunun getirdiği arzu ve tehditlerden dolayı kötücül bir anne figürü tarafından cezalandırılır. Oedipali kazanamazsın, bunu düşünürsen de sonsuz bir uykuyla cezalandırılırsın gibi. Bu bağlamda iğne bir erkeklik sembolü halinde düşünülebilir. Aurora’yı hem uyutan yani bütün arzularından uzaklaştıran, mahkum eden hem de onu dirilten ve arzularını tatmin etmesine neden olan hatta bunun nesnesi olan bir prensle de iki farklı erkeklik ikamesi görürüz. Aurora bu korkuyla yüzleşip uyuyarak yıllar boyu yetişkinlik, kadınlık, olgunluk veya adına ne derseniz deyin bir ihtiyacını-arzusunu bastırmaktadır. Tabi çok edilgen ve pasif kadın profilleri çizildiği için onun arzusuna engel olan iğne gibi onu kurtaran da bir öpücük ile başka bir erkeklik sembolü olacaktır. Kitabı olarak aşırı freudyen ve oedipal olsa da fazlasıyla cinsiyetçi ve pasif karakterli bu hikayeye de elvada diyebiliriz bu şekilde.
Diğer bir prensesimiz ve benim de şarkılarını daha çok sevdiğim Ariel’e geçelim. Bir deniz kızı olan ve denizler kralının en küçük kızı olan Ariel, su altında yaşamanın ona sunduklarıyla uyumsuz olan bir karakterdir. Yüzeye çıkmasının yasak olduğunu bile bile arada çıkar ve insanları gözlemler. Böyle günlerden birinde, bir fırtına esnasında yakınlardaki bir ülkenin prensini kurtarır ve tabi ki ona aşık olur. Takıntılı denebilecek bir boyuttaki aşkı ve yeryüzü hayatına dair merakı da birleşerek Ariel’i sesini kaybetmek uğruna bacak sahibi olmaya ve prensle yaşamaya kadar götürür. Sonra buna neden olup onu kandıran Ursula’nın oyuna gelmesi ve Ariel’e yenilmesiyle her şey normale döner. Babasının da rızasını alarak yeryüzünde prensle yaşamaya başlar. Şahsen bu zamana kadar incelediğimiz prensesler içerisinde bireyselleşmeye ve kendi isteklerine sahip çıkarak, bunun sonuçlarına bu kadar göğüs germesiyle en yetişkinimsi prensesin kendisi olduğunu söyleyebilirim. En azından bana öyle geldi. Tıpkı her birimizin kendi gelişiminde farklı oran ve şekillerde yaşadığı gibi Ariel de kendi olmak istediği şey veya kişi için benliğinin bir parçasını feda ederek bu yola girer. Bu oldukça insani olsa da herkes için ayrı zorluklar barındırır. Çünkü yetişkinliğe geçme, sorumluluk alma ve isteklerine sahip çıkma oldukça iddialı ve büyük başlıklar. Birçok kişi de benzer şikayetlerle ya terapi almaya başlıyor ya da bir noktada terapide bu meseleyle de karşılaşıyorlar. Fakat Ariel bunlardan kaçmak yerine atılarak bireyselleşiyor. Bu uğurda da hep bir tarafımızı kaybetmemiz, bireyselleşmenin-yetişkinliğin-sorumluluğun ve arzunun hep bir sonucu veya kaybı da kendi içinde barındırdığı söylemeliyiz Bu alt metninde uzlaştıysak diğer prensesimize geçelim.
Güzel ve Çirkin filminin baş kahramanı olan Belle, kitapları ve babasıyla yaşayan, annesini kaybettiği gerçekliğinde yaşayıp giderken Çirkin ile bir pazarlıkta, babasının özgürlüğünü takas etmek için kendi özgürlüğünden fedakarca vazgeçerek tanışır ve böylece Çirkin'in tutsağı/misafiri olur. Kısa sürede onun çirkin görünümünün ve kaba tavırlarının ardındaki iyiliği görmeyi öğrenir. Zamanla ona aşık olur. Filmin sonunda aşkını itiraf ederek büyücünün Çirkine koyduğu laneti bozar. Çirkin ve sarayın hizmetçileri insan formlarına geri dönerler ve Belle onun prensesi olur. Öncelikle aniden gelişen bu olay karşısında bütün sakinliğiyle kendini tanımadığı bir canavarın evine tutsak edebilecek kadar fedakar ve onun içindeki iyiliği görebilecek kadar derin ve anlamlı bir bağ kurabilen Belle’i tebrik etmemiz gerekir. Hayatının bütün monotonluğuna karşın bu kadar özverili ve düşünmeden kişinin kendinden geçebilmesi bana bir noktada suisid bir çağrışım yapsa da hikayenin akışı itibariyle düşündüğümüzde Belle gerçekten kendisiyle, benliğiyle çok da meselesi olmayan, daha bütünlüklü ve ruhsal olarak yeterince olgun gibi bir yerde formüle edilebilir. Yine de burada güzel ve çirkin gibi bir isimlendirmeyle bile bize Klein’dan bildiğimiz iyi-kötü ayrımını hatırlatan da bir mesaj verir. Belle çok iyi-güzel-anlayışlı olanken, Çirkin kötü-çirkin-umursamaz olan olarak resmedilir. İyi olan kötünün içinde de bir iyilik olduğunu, her şeyin siyah-beyaz olmadığını görerek ve bize de göstererek hem Çirkin’in kendi içsel çatışmasını hem de babasının esareti meselesini çözer. Tabi bir yönüyle Çirkin Belle’in içinde kendinde göremediği bütün kötü tarafların bir yansıması veya yansıtıldığı bir figür olarak da düşünülebilir. O da Belle’i yapmadığı şeylere iterek, “norm dışına” çıkartarak bir şekilde kötü veya doğru olmayan olarak adlandırabileceğimiz taraflarını görmesine ve kazanmasına yardımcı olur. Bu da ilişkisel psikanalizle bir devrim niteliğinde camiaya giren mutual transformation yani karşılıklı dönüşüm meselesini anımsattı bana. Bu kavramsallaştırmada terapistin nötr kalamayacağı, kendi yaşadıkları ve düşündükleriyle terapi ilişkisini etkileyen biri olduğu, bu parçaların ve etkilerin gözlenmesi gerektiğini ancak terapi sürecinin sadece danışanı değil terapisti ve terapi ilişkini de dönüştüren karşılıklı ve çokboyutlu bir etkileşim olduğunu savunulur. Yani Belle Çirkini Çirkin de Belle i değiştirerek aslında sonsuz dek mutlu mesut yaşadılar kısmına gelebiliriz.
Bugünkü bölümde son olarak bahsetmek istediğim Disney presesimiz ise Jasmine. Kendisi aslında Alaaddin’in hikayesinde bir yan rol gibi çizilse de resmi kaynaklara göre bir Disney prensesi olduğunu söylememiz gerekir. Etnik arkaplanıyla da paralel olarak yapımcıların orta doğulu veya orta asyalı bir prensesi daha edilgen ve yan karakter olarak çizmiş olmalarını beyaz üstünlükçü bir yerden yaptıklarını da bundan dolayı düşünmeden edemiyorum. Babasının onu evliliğe zorlaması, üstüne de bunu kendisinden yaşça büyük yardımcı olan Jafar ile yapmasını istemesi, yıllarca sarayda kapalı bir kutuda büyümüş olması gibi gibi nedenlerle kendisinin yoğun bir özgürlük arayışı içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Aladdin gibi asil olmayan, uçarı ve özgür biri de bu nedenle tam da bu otoriter kuralların dışında durarak onu kurtarabilecek ve ona arzu ettiği özgürlüğü verebilecek ters bir profille karşımıza çıkar. Tabi bu yolda yine fedakarlık veya yetişkin bir kadın olarak kendi tercihlerini yapması ve Jafar’ın planlarını bozmasından dolayı cezalandırılır ve Alaaddin idama mahkum edilirken onu kurtarmak için Jafar’la evlenmeyi göze alır. Daha psikolojik bir dille söylersek aslında kendi arzusunun sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalır ve ilk kez öteki ihtimal olarak gördüğü, belki rasyonel olarak kurtarmasının hiçbir sebebi olmayacak biri için bile kendini feda ederek, kendiliğine ve isteklerine sahip çıkar Jasmine. Yine de oldukça basmakalıp önyargılarla resmedildiğini, lambadaki cini orijinal olarak seslendirenin Robin Williams olduğunu ve temeli binbir gece masallarına dayanan ve orta doğu’da değil çin’de geçen bir hikaye olduğunu belirterek kendisini uğurlayalım.
Her biri birbirine benzer ve farklı yönler barındıran ve çocuk sineması ve animasyon evreni için onlarsız bir dünya düşünemeyeceğimiz Disney Prenseslerimizin ilk bölümünün sonuna geldik. Kalan prensesler ve onların hikayelerine psikolojik bir bakışla önümüzdeki bölümümüzde devam ediyor olacağız.
Comentarios