top of page
kaankabukcu

"Bir varmışım, Bir Yokmuşum" : Pinhani'nin çağrısıyla Cevher Filmi | Cevher (The Substance)

Öncelikle film oldukça yeni olmasına rağmen daha vizyona girmeden film ekiminde de dahil olmak üzere belli bir yankı yaratacak kadar etkileyiciydi. Korku sinemasıyla çok yakın bir ilişkim olmasa da filmi hem Cannes’da en iyi senaryo ödülü aldığı hem de sinopsis yazıları çok etkileyici olduğu için tamamen meraktan gidip izlemek istedim. İyi ki de izlemişim diye düşünüyorum. Bu nedenle filmi izlemediyseniz hala vizyondayken mutlaka izlemenizi öneririm.


Her neyse filmi incelemeye dönelim biz. Filmimiz bir yumurtanın sarısının yeşil bir şırınga ile çoğaltılması ve ardından Hollywood’un meşhur ünlüler kaldırımındaki bir yıldızın yapım aşamasından unutulmasına kadar geçen hızlı bir akışla başlıyor. 50’li yaşlarında Oscar ödüllü eski bir oyuncu olan Elizabeth Sparkle’ın yaptığı ve ününü korumaya devam ettiği spor programından yaşlı bulunması sebebiyle atılması ve yerine yeni birinin alınacağını öğrenmesiyle hayatı sarsılır. Bu haberle neye uğradığını şaşıran Elizabeth bu şoku atlamamışken eski bir arkadaşıyla karşılaşıyor ve evine dönerken yolda gördüğü afişine daldığı bir sırada bir kaza geçiriyor. Kazayı çok yara almadan atlatsa da hastanede ona yardımcı olan hemşirenin ona bundan çok fayda görürsün minvalinde bir şey söylemesiyle üzerine filmin de adı olan Substance yazılı bir usb kartı veriyor. Bir süre gelgitli olsa da usbyi takınca “kendinin daha iyi bir versiyonunu hayal ettin mi” sorusuyla başlayan bir tanıtım videosuyla karşılaşır. Kendisinin daha iyi bir versiyonuna sahip olabileceğini, tek kuralın iki tarafın da 7 gün aralıklarla ve sırayla var olabileceğini, unutmaması gereken tek şeyin ikisinin de bir olduğunu anlatıyor. Mini bir buhran sonrası dayanamayan Elizabeth çöpe attığı usbyi alır ve içinde yazan numarayla iletişime geçer. Ona verilen adrese giderek uygulama kitini alan Elizabeth, oldukça sancılı bir sürecin sonunda Sue adını kullanacak olan daha genç, güzel ve mükemmele yakın haline kavuşur. Bu kısımlardan çok detaylı bahsetmek istemiyorum çünkü birçok kişi için izlemesi rahatsız edici olabilecek kan ve çıplaklık içeren bir yarılma sahnesiyle gerçekleşiyor Sue’nun canlanması. Dengeleyici ihtiyacıyla omurilik sıvısı alarak 7 gün boyunca oluşabilecek anomalilerin önüne geçmesi ve aynı zamanda da Elizabeth’in bedeninin zarar görmemesi için tam bir haftada biten besin takviyesini ona takması gerekmektedir. Bu düzende başta hem Sue hem de Elizabeth kendi hayat akışlarında memnun olurlar. Sue, Elizabeth yerine aranan yıldız koltuğuna gelerek işi kapar. İlk geçiş zor olmasa da Sue Elizabeth’in bütün gün tv izlemesi, bedenini yaşlı bulması ve ortada durmasını istememesi üzerine banyoyu kırarak gizli bir oda yapar. Daha genç ve arzulu dolu, daha mükemmel hali bir gece eğlenmeye çıkmaya karar verir ve prosedürü atlatarak ilk fazla dozu alır. Bu Elizabeth’in bir parmağını kaybetmesine, parmağının aşırı yaşlanmasına neden olur. Kendini toparlayıp sırf moral olması için eski arkadaşıyla randevuya çıkacakken kendini beğenmeyerek sürekli belli kısımlarını kapayarak bir öfke nöbeti geçiren Elizabeth sırayı yeniden Sue’ya devreder. Yediği tavuğun çekimler sırasında sindirilemediği için göbek deliğinden çıktığı ve bunun için de Elizabeth’i suçladığı görürürüz. Kuralı bozmaya devam eden ve daha fazlasını alan Sue, Elizabeth2in çökmesine neden olur. TV de verdiği röportajı izledikçe öfkeyle daha da fazla yemek yapıp yiyen, ortalığı birbirine katan Elizabeth yine de aktarımı durdurmaz ve sırayı Sue’ya verir. Elizabethin evi berbat ettiğini ve bencil davrandığını düşünen Sue, gerçek anlamda iliğini kurutana kadar Elizabeth’e sırayı vermez ve kariyerini ilerletir. İliği kuruduğu için mecburen değiştirmek zorunda kalınca görürüz ki Elizabeth resmen bir yaratığa dönüşmüştür. Kariyerinin en önemli canlı yayını öncesinde bunu yaşayınca değişirler ve kendi halini gören Elizabeth süreci sonlandırmaya karar verir. Tam sonlandıracakken ona ihtiyacı olduğunu çünkü kendisinden nefret ettiğini söyler ve Sue ile ilk kez aynı anda var olurlar. Sue projeyi bitirmek istediğini görünce sinirle Elizabeth’e saldırır ve ölene kadar onu döver. Yeterli dengeleyiciyi almadığından ve artık Elizabeth de olmadığından Sue dişlerini saçlarını her şeyini kaybetmeye başlar. Bundan kurtulmak ümidiyle substance ı kendi üzerinde kullanır ve daha da korkunç bir yaratığın doğmasına neden olur. Bütün yılbaşı programını baltalayan ve her yeri kanlar içerisinde bırakarak mahveden yeni Canavar Elizasue da yok edilir. Sürünerek kendi yıldızı üzerine gelen Elizabeth’in kalıntısı eski parıltılı günlerini hatırlayarak orada ölür ve ertesi gün bir temizlik işçisinin onu süpürmesiyle film biter.


Zannediyorum ki bu zamana kadar en detaylı ve en uzun anlattığım filmlerden biri oldu. Belki biraz bende yarattığı irkilme ve korkuyla da alakalıdır bu ancak atladığım ve yazı veya ses ile tasvir edemeyeceğim çok daha fazla sahne olduğunu belirtmek isterim. Korku-gerilim sınıfına girse de aslında iğrenme-tiksinti veya bedensel parçalanmalar gibi çok insani ve temel yerlerden korkutucu olan bir film. Oyunculuklar, mekan ve ses kullanımı, kostüm tasarımları konusunda ise muazzam bir güzellikte. Yine de biz psikolojik alt metnine geçelim.


Filmin başlarında substance ın tanıtım videosunda da bahsedildiği üzere aslında çok basitçe görebileceğimiz bir konuyu işliyor; iyi ve kötü kendiliğin ayrımı ve birliği. Hangi bakış açısıyla ele alırsak alalım film çok yoğun bir narsistik kırılma sonrası Elizabeth’de oluşan kırılma-yarılmayı anlatıyor bize. Bu anlatımı ilaç, beden parçalanması, güzellik-gençlik algısı gibi aslında hepimizin ortak bir zemin bulabileceği bir yerden, üstüne üstlük de eski Oscar ödüllü oyuncu gibi niş bir pozisyonda olan bir karakter üzerinden yapması da tesadüfi değildir. Film gerçek anlamda fikirsel ve senaryosal olarak ruhsal bir yarılmanın bedensel, sosyal, ekonomik, cinsel ve kişisel boyutlarını çok güzel önümüze seriyor.


Peki o zaman nedir bu ruhsal yarılma-bölünme dediğimiz ve benliğimizi iyi-kötü olarak ayırmamıza neden olan şey? Her insan zannediyorum ki hem kendinde olmasından mutlu olduğu hem de hiç mutlu olmadığı şeylere sahiptir. Çok güzel, uzun, yakışıklı, bakımlı, zengin vs gibi idealize edilen toplumsal iyilik kalıplarının dışında sağlıklı, sarışın, esmer, kaslı, zeki gibi farklı farklı birçok iyi denebilecek haldeyizdir. Her ne kadar “iyi” olsak da hepimizin “kötü” tarafları da mevcuttur. Güzel, uzun, sarışın, başarılı ama yalnız bir kadın, zengin güçlü akıllı ama çirkin bir erkek, çok tatlı ama kısa, çok bilgili ama kilolu gibi oldukça yüzeysel yerlerden hem kendimizi yargılarız hem de sürekli olarak bu kriterler etrafında yargılandığımızı hisseder, düşünür veya hissettirildiği bir gerçeklikte yaşarız. Peki iyi olmamıza rağmen bu kötü tarafları ne yapıyoruz? Her bölümde adını zikretmeden geçemediğim psikanaliz teorisyeni Melanie Klein’a göre bunun çocuk gelişimi ve o zamanlardan bu yana taşıdığımız bazı mekanizmalarımızla bir ilişkisi var. Klein der ki insan bebeği doğuştan vahşi, yamyam, tüketici ve saldırgan bir canlıdır. Hatta bu betimlemesi nedeniyle kendisine çokça karşı çıkılmış ve eleştirilmiştir. Klein’ın dediklerini doğru kabul etmeyip bunları yorumlamaya çalışırsak, aslında dediği şey insan doğasının sürekli alma-tüketme-beslenme ihtiyacıyla dolup taşması gibi düşünülebilir. Bebeklikten yaşlılığa kadarki süreçte ama yemek, ama sevgi, ama başarı, ama hayal kırıklığı ama öfke ile besleniriz. Klein bunu ilk deneyimlediğimiz bebeklik yıllarında çocuğun paranoid şizoid pozisyonda olduğunu iddia eder. Bu pozisyonda çocuk iyi olan anne ve iyi olan kendisini bir, kötü olan anne ve kötü olan kendisini bir olacak şekilde iki parçalı olarak görür. Diğer bir deyişle, ben acıktım annem beni besledi annem ne güzel, ben ne güzel doymuş bir çocuğum der gibi aklınızda canlandırabilirsiniz. Bu olmadığında ben açım annem beni beslemedi ne kadar kötü bir anne, ne kadar kötü muhtaç aç kalan bir benim diye düşünür. Bu iki kısmı ayrı tutarak insan bebeği aslında kendi ihtiyaçlarının sağlanmasını temenni eder. Ağladığımda annem beni besler o zaman ağlayayım ve beni beslesin, bana sarılsın, beni uyutsun gibi gibi. Daha sonrasında ise bebek büyüdükçe aslında onu hemen doyuranla onu aç bırakan annenin, kendini doyuramayan kendisi ile doyduğunda mutlu olan kendisinin aslında bir olduklarını görür. Bunu görüp deneyimledikçe hem onda kendini besleyecek her şeyin olmamasının eksikliği, hem de iyi anneyi/kendisini, kötü anneyle/kendisiyle birleştirerek o kadar da idealize edilecek tarafları olmadığını görür ve depresif pozisyona geçer. İlkinde çocuk yok olacağı endişesindedir çünkü dünyadaki hiçbir şey onun kontrolünde değildir. Bunu kontrol edebilirmişçesine bir algı yaratmak adına kendisini ve nesneyi yani anneyi bölerek bir güven ortamı sağlar. Depresif pozisyona geçtikçe aslında ikisinin aynı olduğunu görüp bunları ayırmaktan, kötü olana saldırmakla iyi olana zarar verdiğini gördükçe bir ikililik ve suçluluk yaşayarak kendisini de nesneyi de daha dengeli ve tatmin edici olmaya devam edebilecek bir pozisyonda görmeye uğraşır.


Bunu anlatma sebebim filmin gerçek anlamda dümdüz bir şekilde bu bölünme ve birleşme meselesini insan bedeni üzerinden sembolize etmesinden geliyor. Elizabeth kendi yaşlılığı, başarısını koruyamaması, gençliğini-güzelliğini kaybetmesini kaldıramıyor ve kendinin daha iyi bir hali olacağını düşündüğü şey için kötü taraflarını bastırmaya ve eve hapsetmeye çalışıyor. Tam da bir bölme-bastırma durumunda olacağı gibi bir şeyi ayırıp bastırırsanız o bir yerden kendi yolunu bulur ve başka bir formda da olsa sorun çıkararak kendisini hissettirir. Elizabeth de kendini daha iyi hissetmek-bulmak-görrmek için kötü olduğunu düşündüğü taraflarına bunu yapıyor. Daha sonra Sue nun onun iliğini sömürmesi, var olan bedenine zarar vermesi, hayatının bütün düzenini altüst etmesi ve en sonunda onu öldürmesine kadar bu kötü taraf sürekli bastırılıyor.


Bir yandan Sue yu iyi taraf gibi düşünmemek de lazım bence. Zaten film tam da bu noktada psikanalitik bir inceleme için harika. Her ne kadar kötüden kurtulmak için kendini bölerek Sue yu oluşturmuş olsa da Sue ayrıca onu eve hapseden bir taraf;  Elizabeth ise yine de ona değer veren, onu öldürmeye kıyamayan ve onu yaşatmak isteyecek kadar da iyi bir yerde. Bunun tam aksine Sue güzel, genç, başarılı, arzulanan konumunda olsa da Elizabeth i sömürecek, onu ihmal edecek, ona ve dolayısıyla kendine de zarar verebilecek kadar gözü dönmüş birine dönüşecek kadar da kötü. Yani buradaki bölünme tamamen Elizabeth in iyi-kötü algısına göre gerçekleşiyor. Bu da gençlilik-başarı-güzellik-arzulanma gibi eksenlerle oluyor.


Ama gel gelelim ki bölünme dediğimiz şey, klein ın da bahsettiği gibi kalıcı olmayan, geçici ve dönemsel bir pozisyon olması durumuna ve iyi kötünün gün sonunda ne olursa olsun bir arada var olduklarına. Benliğimizin bir parçasını veya birçok parçasını bir nedenden ötürü bölüp bastırmak ve/veya başak bir forma dönüştürerek ondan uzaklaşmak hepimizin ister istemez yaptığı çok ilkel ve temel bir savunma mekanizması. Ama her ne yaparsak yapalım böldüğümüz parçalar da onları saklayan, dönüştüren, başka yerlere kanalize eden parçalar da bizimdir. Substance da bu konuda sonda Elizasu canvarının ortaya çıkmasıyla bence bize bunu anlatıyor. Elizabeth kendini kötü belleyerek içindeki iyileri Sue ya aktardı ve orada iyi olanda kalmak-var olmak istedi. Ancak gün sonunda iki tarafın da hem iyi hem kötü taraflarının olması, birbirlerine muhtaç olsalar da düşman kesilmeleriyle Elizasu canavarı yani ikisinin de birbirine geçtiği, anlaşılmaz ve kaotik bir bütünlük ortaya çıkarttı. Her ne kadar filmdeki nedeni bu olmasa da daha ruhsal bir gözlükle bakınca aslında Elizabeth ölmese ve orta yolu bulabilselerdi buna gerek kalmayabilirdi. Ancak bölme mekanizması tam olarak böyle çalışır. Nereyi nasıl nereden böldüğünü söylemez ve bir kısmı atar ve bastırılmaya iter. Ta ki o mesele bir şekilde kendini tekrar gösterene kadar.


Son olarak gençlikle gelen arzulara ondan daha güçsüz ve kendini ona muhtaç hisseden daha olgun bir tarafın, diğer bir deyişle idin arzularına egonun dayanamadığını da görüyoruz filmde. Var olma ve yok olma arzuları, bunların birbirleriyle ne kadar çelişkili bir şekilde bir arada durdukları, Sue yu hem istemesi hem de ondan nefret etmesi, Elizabeth e hem muhtaç olması hem de onu görmeye tahammül edememesi gibi çağrışımlar da aklıma geldi filmi izlerken. Bir yandan da aslında kişinin kendi kendisini nasıl sabote edebileceğini çok korkutucu bir tonda da anlattığını düşünüyorum Substance ın. Temel narsistik meseleleri, bedensel algı ve toplumsal standartlarla harmanlayarak, bölme-bastırma var olma-yok olma gibi her insanın kendi iç dünyasının temellerinde bulabileceği mekanizmaları görselleştirmesi, bunu yaparken harika görseller ve müzikler kullanarak anlatımı kolaylaştırması ve beden görsellikleriyle ve kanla canımızı sıkarak belki midemizi bulandırarak izlemiş olsam da benim Substance a puanım 9 olur. Demi Moore a da kendi gerçekliğiyle bu kadar örtüştürülebilecek bir yapımda yer alma cesaretinde bulunmasına da ayrıca şapka çıkarmamız gerektiğini de söylemeden geçemeyeceğim. Yapımda emeği, fikri geçen herkesin ellerine sağlık!

0 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Freud Bağımlılığa Ne Derdi? | Trainspotting

Öncelikle filmi herkesin izlemiş olmasını ümit ederek, izlemediyse de bu bölümden sonra mutlaka izlemelerini önererek başlamak isterim....

Kommentare


bottom of page