top of page
kaankabukcu

Masum Değilsiniz Hiçbiriniz... | Masumiyet

Öncelikle 97’den beri Türk sineması için kült sayılacak bir yapımı 2024 yılına kadar izlemediğim için bütün sinefillerden özür dileyerek başlamak isterim. Sanıyorum popüler kültürü takip etmek ve ünlü olmuş şeyleri öğrenmek arasında benim için biraz fark var. Hakkında bu kadar konuşulmuş bir filmi izlemeye olan direncim de sanıyorum bütün bu veriler ve görüşlerden uzak durmaya çalışmakla ilgili. Bir tarafım her zaman başkalarının görüşlerinden etkilenmeden filmleri izlemek ister. Bu yüzden kült sayılabilecek bir şeye dair en ufak bilgiyi unutana kadar onu izlemeye, incelemeye direnirim. Ama bir şey yeni popülerse, hakkında bir şey okumadan duymadan ben kendi bakışımla deneyimlemek isterim. Ne diyelim, ben de film konusunda böyleyim!


İzleyen veya izlemeyenler için ufak bir özetle başlayalım. Filmimiz Yusuf’un hapishaneden çıkmasına 3 gün kala, gidecek yeri ve kimsesi olmadığı için ömür boyu hapishanede kalmak istediği bir sahneyle başlıyor. Yusuf’u mahkum hayatı yaşamamaya ikna eden görevlinin çabaları sonucunda, İzmir’deki ablasının yanına gitmek için bir otobüse atlıyor karakterimiz. Tam gelmek üzereyken otobüse binen ve birkaç gün içinde tanışacağı Bekir ve Uğur karakterlerinin polis tarafından otobüsten indirilmelerini görüyor. Kalmak için gittiği otelde yine bu ikiliyle karşılaşan Yusuf, bir şekilde onların çocuğu Çilem’in hastalığıyla, hayatlarına dahil oluyor. Film buradan itibaren Yusuf-Bekir arkadaşlığı, Yusuf’un Uğur’a aşık olması, Bekir’in bunu fark edince çılgına dönüp kıskançlıktan kendini vurması, Uğur’un satıcılığı ve gözetmenliğine (kibarlığım için kusuruma bakmayın) Yusuf’un gelmesi, aşkını Uğur’a itiraf etmesi, bu ilişkinin yürüyemeyeceğinin kavgası ve Uğur’un yıllardır kaçmasını beklediği sevgilisi Zagor’un hapishaneden kaçması gibi olaylarla akıp gidiyor. Kaçtıklarında Yusuf’u çocuğuyla bırakan Uğur, onların yanına gelmesi için gerekli ayarlamaları yapıp Ankara’ya kaçar. Ankara’ya çocuğunu ona vermek ve belki de vedalaşmak için giden Yusuf, ne Uğur’u ne de Zagor’u bulamaz. İsteksiz de olsa Çilem’le İstanbul’a dönerken, haberlerde Uğur ve Zagor’un öldüğünü görürüz. Buradan sonra hapishaneden arkadaşı Orhan’ın babasına ulaşan Yusuf, Zagor ve Orhan’ın aynı kişi olduklarını, babasının evinde cesedini ve fotoğrafını görünce anlar ve film biter.


Şimdi bu filmi bu kadar hızlıca özetlemek hem çok çok başarılı oyunculuklara hem de zamanına göre sinemamız için mükemmel sayılabilecek senaryo ve kurgusuna, sahne tekrarlarına ve teknik diğer meselelere haksızlık etmek olacak. Fakat sadece filmin içeriği ve olay akışıyla buradaki vaktimi doldurmak istemiyorum. Bu nedenle filmde emeği geçen herkese bu vesileyle teşekkür ederek, buradan sonra tamamen kendi çağrışımlarım ve fikirlerimle ilerlemek isterim. Masumiyet adıyla bile bir çağrışıma neden olabilecek bir film. İlk fikrim bu filmde yoğun bir suçluluk - suçlu olma gibi bir tema etrafında şekilleneceği veya bize bunun geçeceği oldu. Akışı ve izlenebilirliği anlamında bence çok çok yerinde ve herkese hitap edebilecek bir arthouse filmi.


Bittiğinde hemen elime bir defter alarak not aldığım çağrışımlarımla devam etmek isterim. Yusuf karakterinin hapiste başlayıp, hapis olma halinde biten macerası gibi Masumiyet. Tek tek karakterlerin hikayelerini ve bunların birbirlerine nasıl dolandığını da konuşabiliriz ama ben bu kısmı da yine izninizle hızlıca geçmek istiyorum. Yusuf, Bekir, Uğur, Zagor ve Çilem… Filmde adı erkek adı olan Uğur Hanım’ın ne kadar erk-güç sahibi, kendi yolunu, isteğini tutan, gözeten, koruyan bir kadın olduğunu görüyoruz. Bu da bana özellikle Yusuf, Bekir ve Zagor un yerini dolduramadıkları bir erkekliği-erkliği arayan karakterler olduğunu düşündürdü. Tek başına sadece bu üç erkeğe ve çocuğuna değil, birçok erkeğe yetebilen bir kadın Uğur Hanım. Bu üçünün de onda en çok bundan etkilendiğini düşündüm. Hepsi de Uğur’un aksine, arzusuna sahip çıkamayan, arzusunu koruyup kollayamayan ve olmayan bir şeyin peşinde kaybolan tipler. Yusuf’a daha detaylıca bakarsak ablasının sevgilisi olup kaçıran en yakın arkadaşını vurduğu için hapis yatan kendisini, şimdi de aşkına cevap vermeyecek Uğur’a tutulmuş bir halde buluyor. Yani Yusuf’un arzusu hem çok öldürücü hem de muhattabına ulaşamayan bir arzu.


Başka bir açıdan ama bu dediklerime ek olarak özellikle üç ana karakterimiz olan Yusuf-Uğur-Bekir’e bakmak isterim. Bekir, varlığını kaybeden ve yokluğun peşinde olan bir adam. Uğur’a olan aşkıyla evi, dükkanı, ailesi, karısı, haysitesini kaybetmiş biri. Açgözlülüğüyle ve elde edememenin hırsıyla bir aşkın peşinde kaybolmuş bir karakter. Bu kayıp hal de kendini öldürmesiyle son buluyor. İkinci olarak Uğur, bütün ömrünü 20 yıldır hapiste olan, disiplinsiz, ipe sapa gelmez aşkı Zagor için obsesif bir şekilde harcamış biri. Onun bu filmde gösterilen tarafıysa hiç sahip olmadığı bir şeyi, Zagor’un yokluğunu kaybetmesi, bunu hiç sindirmemesi ve etrafında var olanları, Bekir’i Yusuf’u veya Çilem’i göremeyecek kadar kendi arzusunda boğulması gibi geldi bana. Üçüncü ve son olaraksa Yusuf, kader mahkumu ve mahkumluğun kaderini yaşayan, bu döngüden çıkamamış, her yerde esir olan, takılı kalan, tutuklu biri.


Bu üç karakteri varlık-yokluk ve hapis olma-kaybetme gibi dinamikler üstünden düşünürken aklımda iki farklı şey çağrıştı. Belki hiç özgün değiller ve önceden düşünülmüşler ama şu ana kadar bunu yazan bir inceleme okumadığımı belirtmek ve bunların tamamen özgün ve öznel fikirlerim olduğunu belirtmek isterim. Foucault’nun hapishane metaforu ve Anayurt Oteli kitabı. Şimdi Foucalt iktidarın, baskıcı değil, daha incelikli ve görünmez yöntemlerle bireyleri yönlendiren ve kontrol eden bir şey olduğunu anlatmak için bu metaforu kullanıyor. Bense bunu biraz değiştirip dönüştürerek karakterlerin her yerde hapis hayatı yaşamalarını ve Foucalt’nun iddiasının aksine belirsizliğin kendini gözlemlemeyi ve otoriteyi sağlamasının aksine, burada hapishanenin hem maddesel hem de zihinsel halinin karakterleri çok sınırsız ve dağınık bıraktığını, kendilerine neredeyse hiç bakmamalarına neden olduğunu düşündüm. Çünkü sizi gözeten, cezalandıran, katı, polis gibi bir süperego varsa dışarıda, siz de sınırsız, gevşek, dağınık bir id ile kalırsınız. Yasak ve kurallar bu karakterler için hep dışarıdan baskı veya zorlamayla geldikleri için, hiçbirinin tam olarak hayatları üstünde kontrolü olmadığını, ya tamamen kuralına uygun ya da tamamen kuralsız davrandıklarını görebilirsiniz. Süperego ve id var filmde ama hiç bu ikisini dengeleyen, iki tarafı da daha tatmin etmeye yatkın, olgun bir ego yok. Yaşanan her şeyi bir şekilde bir ruhsallıkta sindirebilen biri olmadığı için de bu karakterler Foucalt’nun tabir ettiği hapishane metaforunu, metaforik olmayacak kadar gerçek bir biçimde yaşatıyorlar.


Diğer çağrışımım olan Anayurt Oteli ise birçoğumuzun bildiği bir türk edebiyatı klasiği. Romanın baş kahramanı Zebercet ilişkilenemeyen, yalnız, tükenmiş ve boşluk barındıran biri. Otele gelen bir kadının geri dönmeyişinin onda yarattığı buhranla kitabın sonunda kendi canına kıyıyor. Niye aklıma geldiğini düşününce, Bekir ve onun filmde resmedilişiyle alakalı olabileceğini düşünsem de Zebercet filmdeki bütün karakterlerin yaşadıkları içsel boşluğu detaylıca anlamlandırabileceğimiz, boşlukla-yalnızlıkla-uyumsuzlukla kalamamanın kişiye neler yapabileceğini detaylandırıyor bizim için. Yani sadece Bekir değil, bütün karakterlerin iç dünyasındaki buhranlarını, bunun onlara nasıl hissettiriyor olabileceğini gösteriyor bize. Ben de tam bundan dolayı romanın aklıma geldiğini düşündüm. Camus’nün Yabancısı değil de Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli. Daha yerli, tanıdık bir bunalım ve boşluk çağrışımı.


Yerli deyince de filmde fark ettiğim bir iki gereksiz detaya da değinmek isterim. Yusuf’un hapisten çıkan kimsesiz biri olarak, erken rezervasyon fırsatlarından yararlanmadan gittiği gün İzmir’de bir otelde kalabilecek halde olması, günümüzde hepimizin ondan biraz daha depresif hissedebileceğinin kanıtı. Hapishaneden çıkan biri bu kadar plansızca para harcayabileceği bir refahta. Zaten ateş ederken öldüremeyip dilsiz bıraktığı ablasının eşi de otogarda çalışırken her gün rakı içebilecek bir refahta. Tabi refah burada soru işaretli ve ironik, onu da eklemiş olalım.


Şimdi biraz dağılıp toplanarak gidiyoruz ama filmdeki takıntılılık halini ve kaybın sindirilememesini bana çağrıştıran iki tekrardan bahsedeceğim. Birincisi sürekli lobide TV izlemek, diğeri ise kapı kapama-açma sahneleri. Film boyunca hem olay bağlantısını hem sahne geçişini hem de duyguyu derinleştirmek için seyirciye bir alan açıyor bu tekrarlar bence. Çilem’in sürekli tv izlemesi ve onun bu edilgenliği gibi biz de filmi izlerken her şeyi sürekli izliyor ama içinde de olmuyoruz. Bu ne kadar bilinçli bir tercih bilemiyorum ama seyirciyi bir karakter gibi filmin içine koymak veya filmdeki bir karakterle seyircinin bu kadar filmin içine girebilmesini sağlamak bence çok çok kıymetli. Kapı açma-kapamalarsa bende ilk sahneden son sahneye devamını yakaladığım için çok metaforik olarak bir kayıp-yas tutamama dinamiğini çağrıştırdı. İlk sahnede kapanamayan bir kapıyla başlıyoruz filme, bitirirken de 2-3 gün açılması beklenen demir parmaklı bir kapının açılımıyla sonlanıyor. Her mekanda da bu kapı açma kapamalar çok net bir şekilde gösteriliyor sayılır. Bu birçok yönden tutulabilecek bir metafor olsa da bende birçok şeyin gidişi-kapanışı-kaybedilişi ve sonra hemen açılışı-gidemeyişi-yas tutulamayışını düşündürttü. Yaşanamayan yaslarla dolu olan bu filmde, herkes kaybetmeye veya kaybedilmeye hazır ama bir yandan da o kayıp asla tam anlamıyla gerçekleşemiyor. Genel temaları kayıp, yoksunluk, ölüm ve tutulamama olan filmde kimsenin kaybı tutamamaları, kapıyı tam kapayamamaları veya kilitleyememeleri filmin bir sembolü gibi. Evini dükkanını tutamayan Bekir, kızını tutamayan Uğur, aşkını tutamayan Yusuf, hapsini tutamayan Zagor, oğlunu tutamayan Mücahit baba, ağzını tutamayan otel görevlisi…kimse tutamıyor ve bundan dolayı da herkes farklı derinlikler ve anlamlarda kayıplar yaşıyor.

Mesela Yusuf’un Bekir ölümüne olan tepkisi, suçluluğu, arzusunu tutamayıp baba konumunda olan Bekir’den kurtulmanın suçluluğuyken, ölüp ölmediğini tam anladığına emin olamadığı Uğur’un kaybına bir o kadar tepkisiz ve soğuk. Çünkü arzu, baba figürü yerine geçen Bekir varken yasak ve çekici, ancak arzunun nesnesi yani Uğur kaybolunca, hiçlikten başka bir şey değil. Ablası ve sevgilisini vurması da benzer bir Oedipal üçgen-yasak-arzu denklemini verir bize. Diğer bir deyişle, Yusuf arzusunu tutup sorumluluğunu alamadığı, alsa bile içselleştirmediği sorumlulukların sonucunda, arzusunun yıkıcı tarafıyla, hapisle, ölümle, kayıpla, yalnızlıkla kalan biri. Çilem’in duyup konuşamaması da bu yönle tekrar vurgulayabileceğim bir şey. Çilem film boyunca her şeyi takip eden, duymadan, konuşmadan orada var olan ama aslında hiç etkisi olmayan bir çift göz gibi. Filmdeki her şey de aslında karakterlerimiz için 3 aşağı 5 yukarı böyle oluyor. Hep bir şeyler oluyor ama aslında bir şeyler değişmiyor. Eğer bir kayıp anlamlandırılamazsa, kaybettiğimize dair herhangi bir masum, ılık, pozitif bir anı veya anıları da tutamayız. Çünkü yası tutulmamış, suçluluğu, öfkesi, üzüntüsü yaşanmamış bir yas hiç sevilmeden aşık olmak gibi bizi kendi kendimize zarar verdiğimiz, edebi bir dille söylersek hasta ettiğimiz bir yere sürükler. Çözüm de var sanarız hep ama hastalık haline gelen bir kayıp da aşk da çözülemeyecek kadar ilerlemiş olabilir. Masumiyet filmindeki bütün karakterler de kendi hastalıkları, aşkları, paraları, sorumlulukları, davranışları, alışkanlıklarını ve onların kayıplarını da tutamıyorlar. Kazanılan da kaybedilen de anlaşılmıyor sanki hiçbiri için tam olarak. Yaşayamadıkları, anlamlandıramadıkları kayıplarıyla da hep benzer tekrarların içerisinde kayboluyor hepsi. Biraz da bu yönümüzü, yas tutmayla, kaderle, hayatın aldıkları ve verdikleriyle nasıl ilişkilenemeyebileceğimizi anlatmıştır Zeki Demirkubuz bizlere. Belki bu onun kendine, bir tanıdığına dair bir anlatıdır sadece. Kim bilir! Her ne sebeple olursa olsun senaryosu, oyunculukları, kurgusu, replikleri, dönemine göre özgünlüğüyle ve izlerken herkesi etkileyebileceğini düşündüğüm birçok tarafı olmasıyla benim Masumiyet’e puanım sanıyorum 8.6. Hakkında düşünecek çok şey verdiği, çok fazla duyguyu çok yalın anlattığı için puan kırdım çünkü bu bölüm için her şeyi toplamak oldukça zordu benim için. Herkesin en çok da Zeki Bey’in emeğine sağlık!

0 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Freud Bağımlılığa Ne Derdi? | Trainspotting

Öncelikle filmi herkesin izlemiş olmasını ümit ederek, izlemediyse de bu bölümden sonra mutlaka izlemelerini önererek başlamak isterim....

Comments


bottom of page