top of page
kaankabukcu

Temsil Ettiğin Kadınlığa Dön Bir Bak İsterim: Barbie'nin İçsel Yolculuğu | Barbie

Barbie zannediyorum ki sadece adını söylememizle bile 90 sonrası doğup büyümüş herkeste otomatik bir önyargı oluşmasına neden oluyor. Sarışın, güzel, mavi gözlü, uzun, kız oyuncağı olan bir bebek benim aklıma ilk gelenler. Tabi Barbie evreni bu saydıklarımla kalmayıp yıllar içerisinde kapitalizm sağ olsun Nobel ödüllüsünden, doktoruna, muhasebecisinden, mühendisine Barbie evrenini “tipik” bir tektipleşmeden çıkarmaya çalıştı. Bu bakışla da izlediğim, aslında merak da ettiğim bir filmdi Barbie. Bu nedenle, incelememizi bir film izlemeyi seven biri olarak, bir de daha psikolojik bir bakış açısıyla değerlendirmeye çalışarak iki kısma ayırmak istiyorum.


Öncelikle kısaca filmden bahsetmek isterim. Film barbie’nin kız çocukları için bütün hayal ve oyun dünyasını nasıl değiştirdiğini anlatan mini bir kesitle başlıyor. Ardından her gün her şeyin harika bir şekilde devam ettiği Barbie Dünyası başrol oyuncusu olan barbienin sıradan bir gününde bir anda aklında beliren “hiç ölmeyi düşündünüz mü?” sorusuyla çatlamaya başlıyor. Selülitlenen, ayakları düzleşen ve ölümü düşünmeye başlayan barbiemiz, soluğu tuhaf barbieden yardım istemekte buluyor. Onun yönlendirmesi ve ayrılamadığı sevgilisi Ken ile gerçek dünyaya yolculuk ederek onunla oynayan kişiyi bulup, bunu düzeltmek istiyor. Daha sonra onunla birlikte gelen ve umursamadığı Ken, gerçek dünyada ataerkilliği-erkekliğin baskınlığını keşfedip, Barbie’yi arkasında bırakıp geri dönüyor. Mattel tarafından hapsedilmek üzereyken korkup kaçan Barbie, onunla oynayan ve bu değişiklikleri yaşamasına neden olan Gloria ve kızı tarafından kurtarılıp Barbie Dünyası’na geri götürülüyor. Döndüğünde Ken’in her şeyi mahvettiğini, Ken’lerin Barbie dünyasını ele geçirdiğini gören Barbie depresyona giriyor. Bir şeyi değiştiremeyeceğini ve birinin gelip onu kurtarmasını bekleyeceğini söyleyen Barbie, yine Gloria, onun kızı ve Allen tarafından kurtarılmak üzere tuhaf barbie’nin evinde basılıyor. Kadınlık üzerine bir monolog atan Gloria, barbielerin ataerkillik yüzünden bulanan akıllarını bu mantıklı akıl yürütmelerle bozabildiğini fark ediyor. Bunun üstüne bütün barbieleri tek tek beyin yıkamadan kurtarıp, ataerkil sistemin kurulmasına yönelik anayasa değişikliğini engelleyen ve Ken’leri birbirine düşüren barbielerimiz günü kurtarıyorlar. Tam da bu yıkımla yüz yüze geldiğinde ağlamaya başlayan Ken’i teselli eden ve sadece onunla sevgili olmak istemeyen veya bu kadar yüzeysel kalmak istemediğini, ikisinin de kendi yollarını bulması gerektiğini söyleyerek Ken’lerin hepsi için de çatışmayı çözüyor. Tam bu sırada “sonuna ne olacağı kararlaştırılmamış” Barbieyi Barbie bebeklerinin yaratıcısı olan Ruth çağırıyor ve onunla yaptığı kısa bir yürüyüş sonrası, ucunda ölüm-acı gibi şeyler olsa da bir fikir değil fikri bulan olmak istediğini söyleyerek Barbie gerçek dünyada yaşayacak birine dönüşüyor. Filmin sonunda da Barbara yani Barbie adının esinlenildiği, Ruth’un kızının adını alan Barbie jinekoloji muayenesine gidiyor ve filmimiz burada bitiyor.


Genel olarak baştan sonra pespembe ve rengarenk kıyafetlerle, bütün Barbie önyargılarına değinerek ve bir fiil onları bozarak akan, müzikleriyle de izlemesi oldukça keyifli bir yapım. Oyuncuların seçimi, müziklerin filme özel hazırlanması ve kapitalistik Barbie oyuncağı pazarlamasının kıyafetlerden, evlere, duşun akmamasından süt kutusunun boş olmasına kadar ince ince işlenmesi bence bu filmi çok eşsiz kılan noktalardan. Gün sonunda bir oyuncak bebek için yapılan bir filmden ne bekleyebilirim diye düşünebilirsiniz. Ancak Barbie filminin bu konuda sizi şaşırtabileceğini düşünüyorum.


Her neyse konudan çok sapmayalım ve psikolojik kısımlarına geçelim. Şimdi hepimizin tipini, şeklini ve kendisine dair önyargılarının çokça olduğu Barbie’den başlamak isterim. Öncelikle bu yüzeysel bulunabilecek oyuncak bebek kavramını kadınlaştırma ve kadınlığın gerçek dünyada yüzleştiği bazı meselelerle temas ettirme benim beklediğimden daha derin bir yere götürdü Barbie’yi. Baştan itibaren gerçeklik ve gerçekliğin getirilerine yabancı, kendi harika dünyasındaki işleyişin bozulmasıyla aslında ruhsal olarak buna hiç hazır olmayan birinin adım adım nasıl bir süreçten geçtiğini de yarı karikatürize yarı gerçekçi bir üslupla bize geçirebiliyorlar. En azından bana geçti. Barbie bütün bu yüzeysel bulunma ve görülmeye rağmen filmdeki ana çatışmayı baştan ve direkt olarak, ölümü düşünme, güzelliği kaybetme veya psikolojik bir dille kaybın yasını tutamama, gerçeklikle çarpışma ve insan olmanın doğası gereği mükemmel olamamayla oldukça sert bir şekilde yüzleşiyor. Bu yüzleşme başlarda kendisini yıldırmasa da gerçek dünyaya gidip insanların sözlü-fiziksel tacizlerine uğraması, kendini savunurken hapse düşmesi, güzel olduğu için hapisten çıkarılması, istediği her kıyafeti karşılıksız olarak alamayacağı, insanların ondan medet ummadığı, bir temsiliyet sembolü olmadığı veya kalbinin kırılabileceği gibi kendisine yabancı çok fazla şey yaşıyor.


Böyle düşündükçe ve söyledikçe aslında Barbie karakterinin ruhsal olarak ne kadar alt düzey, işlevsiz ve sağlıksız biri olduğunu düşünmeden edemiyorum. Ancak psikoloji dünyasında bence çokça gözden kaçabilen, kaçmasa da tam kapsanamayacak olan kişinin kendi gerçekliği, varlığı ve özgürlüğü gibi temel varoluşsal meselelere gidiyor zihnim. Filmin geçtiği evren ve o evrenin gerçekliklerini göz önüne alıp değerlendirdiğimdeyse, Barbie genç yetişkinlik ve yetişkinlik döneminde birçoğumuzun yaşadığı, Erikson’ın kimlik kazanma ve rol karışıklığı olarak adlandırdığı, insan gelişimi için oluşturduğu teorisine gidiyor zihnim. Bu dönemde, ki 12-18 gibi genellenir ancak son yıllarda biz 30’lara kadar esnetebiliriz gibi geliyor bana, kişi kim olduğu ve kim olabileceği konusunda bir karmaşa yaşar. Kişi içsel veya dürtüsel meseleleri bir fiil kenara bırakıp, başkalarının düşünceleri ile ilgilenmeye ve diğerlerinin kendileri hakkında düşündüklerini irdelemeye başlar. Erikson’a göre iyi bir ebeveynleri ve etrafıyla iyi ilişkilenebilmiş anlamlı bir kimlik yaratabilecekken, bunu yapamayan kişilerde de yaşanan karmaşa yüzünden olmayan-olmadığı bir kimliğe bürünme gibi sorunlar gelişir. Kısaca geçmeye çalıştım ancak ilgilenenler farklı kaynaklardan kendisinin teorilerine ulaşabilir. Barbienin bu dönemden geçtiğini düşündürdü bu film bana. Yani, Barbie filminde iki boyutlu, yüzeysel ve ideal diye adlandırdığımız bir şeyin gerçeğe döndükçe nasıl baş edilemediği, kim olduğunun söylenmesinden rahatsızlık duyup ben kimim diye düşündükçe kendi dünyasında yaşadığı kaygı ve korkunun nelere yol açacağını gösteriyor bize.


Erikson teorisi aklıma gelmiş ve hazır varoluşsal meselelerden bahsetmişken de bu anlam arayışı ve önemine dönmek istiyorum. Zannediyorum ki bütün psikoloji teorisyenleri uzmanlık alanı fark etmeksizin insan olma deneyimi ve halini anlamlandırmaya çalışmış ve buradaki soru ve sorunlara ışık tutmak için teoriler geliştirilmiştir. Buradan da hepsinin eline emeğine sağlık diyelim. Bu teorilerin hepsine girmek çok anlamlı değil, zaten hepsine dair de bir bilgim yok açıkçası. Ancak bilgisine sahip olduklarımdan yola çıkarak Barbie filminin en çok varoluşçu teoriler ve onların çıkış noktalarıyla örtüştüğünü düşünüyorum. Varoluşçu bakış, insanın anlam arayışı, özgürlük, kaygı, ölüm bilinci ve otantiklik gibi temel insan deneyimlerine odaklanır. Barbie’de de aslında bu temaların hepsini bulmak mümkün. Mesela ölüm düşüncesiyle harika dünyasının çatlamaya başlaması, anlam arayışı içinde gerçek dünyada kaybolması, olanların onda yarattığı kaygı ve korku, otantik yani kendine özgü biricik yanlarını keşfetmesi ve olduğu kişinin-hayatının anlamını bulmaya çalışarak yolculuğunun sonlanması gibi birçok yerde bunlara temas edilmiş. Varoluşçuluğun temel kabullerinden olan ölüm fikriyle çatışmanın başlaması ise çok anlamlı. Freud’un insan güdüleri ve ihtiyaçlarını önceliklendirdiği kadar varoluşçu bakış açısı ölüm ve onun gerçekliği gölgesinde anlam arama-yaşama üstüne insanı formüle eder. Film freudyen temalara çok uzak da değil. Gelişimsel olarak bakarsak çay bile içmeyi bilmemesi halen daha oral fazda meseleleri olduğunu düşündürür bize. Ama freudçu teori burada Barbie evreninin filmde bize yansıtılan gerçekleriyle paralelleşmiyor tam olarak. Varoluşçu bir yerdense Barbie’nin varoluşu ancak ölümünü düşünmesiyle başlıyor diye düşünebiliriz. Hiç ölmeyi düşündünüz mü sorusunu, hiç ölmeyen arkadaşlarına sorarak aslında onlardan-barbie bebek olma fikrinden bir ayrışma yaşıyor film boyunca. Bu ayrışma hem dış gerçeklikler hem de barbie’nin içsel buhranlarıyla da şekillenerek onun gerçek dünyada var olmaya çalışan bir kadın olmasıyla sonlanıyor. Barbie ölüm fikriyle barıştı mı, hayatının anlamını buldu mu veya kaygılarından kurtuldu mu çok emin değilim açıkçası. Ancak özgürlüğünü bunları aramak ve var olan zamanını bu macerayı anlamlandırmaya ayırdığı kesin diyebiliriz.


Bir diğer yönüyle de bu filmin kadınlık ve feminizme dokunuşlarına bakmadan, daha doğrusu kendimce fikrimi belirtmeden geçmemin çok adil olmayacağını düşündüm. Barbie bebeğin her şeyi değiştirmesi, bütün kadınların Barbie ve barbienin bütün kadınlar olması mottolarının filmin başından yıkılması bana açıkçası çok iyi geldi. Bu şekilde yıllarca pazarlanması ve bunun üzerinden belki de herkeste bir ideallik algısı yaratmasının, üstüne de queer bir tarafa da selam çakarak kadınlar her şey olabilir gibi mottoları vurgulayıp bunların ataerkillkle mücadelesini işlemesi, böyle bir film için bence muazzam. Tabi ki femist teoriler ve queer teoriler alanında uzmanlaşmış ve bu bağlamda daha derinlikli ve donanımlı eleştiriler yapabilecek kişiler de mevcut. Bu benim şahsi fikrimdir ve ne yazık ki belli okumalar ve etkinliklerle temas etsem de herhangi bir iddiada olamayacak kadar az bilgi sahibiyim.


Kapsayıcı Amerikan sineması ve neo-liberal kapitalistik politikalar gereği filmin başından sonra farklı temsillerin, örneğin bedensel engelli veya kilolu gibi, film boyunca yer almamaları sinemasal olarak çok doğal olsa da filmin vurguladığına biraz ters bir yerde bırakıyor gibi geldi bana. Üstelik filmdeki en işlevsel barbie’nin tuhaf diye adlandırılması, bu barbienin baya işkence ve eziyet mağduru olması ve kimsenin buna aslında temas etmemesi, onu her şeyi çözen olarak görmesi de ne düşülerek yapıldı bilemiyorum. Depresyonda Barbie’nin reklamının yerleştirilmesi de ayrı bir kafama takılan nokta oldu. İlk düşüncem depresyonda olma hali oyuncak olarak pazarlanabilir mi veya etik olarak pazarlanmalı mı gibi sorular canlandırsa da, bunun yer almasının yine bir eleştiri olduğunu ümit ediyorum. Gloria’nın kızının okul sahnesinde bahsettiği gibi Barbie’nin “cinsel kapitalizm, gerçek dışı beden algısı ideali, doğuştan gelen hallerin değerlerini azaltan” bir figür olması nasıl eleştirildiyse, zannediyorum ki bu da benzer bir tınıda eleştirilmekte.


Son olarak da Barbie’nin kendi varoluşu ve varoluş amacına dair yaşadığı bu krizi, yeterince iyi olma olarak adlandırılan Winnicott’un kavramıyla çözmesi de filmin akışına yakışmış. Winnicott’a göre bir çocuk annenin veya ona bakım verenin ne çok ideal ne de çok korkunç bir figür olmadığı, elinden geldiğince ve yeterince iyi olabildiği kadar elinden geleni yapmaya çalıştığını kabul edebildiğinde aslında hem kendi iyi kötü yanları, hem de ötekilerin iyi-kötü yanlarını bütünlükle görmeye, dünyanın siyah beyaz değil de grilerden oluştuğuna ve bu gerçeklikle kendi ihtiyaçları, arzuları, sorumlulukları ve hisleriyle baş edebileceğini düşünerek bu kavramı kurgulamış. Barbie’nin de düzeltemese bile bir şeyleri daha iyi yapabileceğini, filmin şarkısında geçtiği gibi nasıl hissedeceğini bilemese de bir gün bilebileceği umuduyla gerçek insan olmaya karar vermesi tam olarak buna karşılık gelmekte sanırım.


Bütüün bu fikirleri ve çağrışımları bir kenara bırakırsak Barbie her yaştan herkesin izleyebileceği kadar eğlenceli ve komik bir müzikal yapım. Kendisine bayılmasanız veya sevmeseniz de film izleyerek vakit geçirmek istediğinizde tekrar izleyebileceğiniz, keyifli ve izlemesi basit, aynı zamanda yeterince mesajlı ve akıcı bir film. Bu nedenle her ne kadar inceledikçe elimizde kadın temsilleri, queer temsiliyetleri, ataerkilliğin eleştirisinin yüzeysel kalması gibi birçok nokta bulacak olsak da bahsettiğim yönleriyle vurgulandığında bunlardan biraz daha uzaklaşarak izleyebileceğimiz bir yapım. Bence tabi, hakim olmadığım alanlara girmeden ele almaya çalıştığım için, bilenine sormanız, danışmanız veya kendinizin araştırma yapmasını öneririm. Her neyse benim Barbie’ye puanım sanırım düz bir 7 olur diyerek de bitireyim.

0 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Freud Bağımlılığa Ne Derdi? | Trainspotting

Öncelikle filmi herkesin izlemiş olmasını ümit ederek, izlemediyse de bu bölümden sonra mutlaka izlemelerini önererek başlamak isterim....

Comments


bottom of page